Translate

Cumartesi, Kasım 20, 2010

Otel odası Şiiri

Otel Odası

Odada soğuk bir hışım
Tekme tokat kovalıyor beni.
içinden

Odada sitem, odada mahsen
Sistem, nurunu akıttı ruhun
Sen misin Karun, odada cinler, periler
Vurun da vurun!

Odada çıplak bir leş gibi
Kiraz gibi, kan gibi,
Gömleğimi ceketimi yedi
Çık dışarı,çık kalleş!

Odada sadece ben varım
bir iki masa ve sandalye
Fokurdayan sadece çay değil
İstemem seni, örtme beni!

Odada beyaz bir çarşaf
fırçalanmış temizlenmiş
dışından vakumlasam seni
Al dışarı,kurtar beni.

Tırnak izleri var Ulus'un
Pis, çapaklı ve çamurlu
Odada, Ulus'ta bir otel odasında
Cebelleş de cebelleş
fikirlerle...

eö.
11/2010
Ulus Ankara

Cumartesi, Eylül 11, 2010

Yeşil, Ağaç ve Bursa

Yeşil insana bir ferahlık verir.Ama yeşilin bence asıl güzel yanı neşesini ve canlılığını hayatı temsil etmesinden almasıdır. Ağaçlar, kurumuş kabuğun içindeki çıtır çıtır yanabilen mis kokulu odundan ziyade bu odunu süsleyen yeşil yapraklarından alır güzelliğini. Büyük bir ağacın altında oturmak insana güven verir.Çünkü ağaç, hem yaşamı -yani yaprakları- hem de ölü olmayı -yani odunu- temsil eder. Ağacın bir dalını koparmadan elinize aldığınızda içinde bir yaşam var olduğunun coğunlukla farkına varabilmeniz için yapraklarınızın sizi uyandırması gerekir.
Lif lif iç içe geçmiş yüzlerce kılcal borucuk aynı ölü mimarinin içinden yavaş yavaş agacın en üstünde oluşarak meyveyi beslemek için canla başla su taşırlarken siz bu yapıyı korumaktan kurumuş ve kalınlaşmış kabuğuna ölgün gözlerle bakabilirsiniz.

Çok güzel bir ağacın altında oturuyorsam,o esnada hep içimden şunu fısıldarım: Yaşam bu! Yaşamak ve bir gün öleceğini unutmamak.

Ağacın gövde ve dallarındaki bu mekanizmayı idrak edebilmek için, herhangi bir ağaca dikkatlice bakın.Yeri sabittir, doğduğu toprağı hiç bir koşulda terk edemez. Toprağına kökleriyle sımsıkı bağlıdır ve ölünceye değin aynı yerde kalmaya yeminlidir.Sert bir sonbahar rüzgarı, tüm canlıları yerinden eden tipi kar veya kemirgen bir tabiat canlısı onu rahatsız etmez.
Toprağın altında yatan kalın kökler toprağın altında da bir yaşam olduğunu bize fısıldar. Bir ağacın kökü ne kadar sağlamsa ağacın kendisi de o kadar sağlamdır. bunu gövdeye doğru ilerlediğimizde farkederiz. Kalın bir gövde köklerinden gelen gücü dallara kadar korur. Gövde,bir açıdan savaşcı ve gösterişli tarafıdır ağacın;ben burda başlarım demek ister.Ama onun var oluşu veya gövdede yeşil dalların olmaması onu olduğundan daha küçük göstermez. Başka bir açıdan gövdenin yapısı belki onu daha mütavazi bir kimliğe büründürür.Yaşamın ve gücün sahibi, savaşcı ve korumacı gövde, -köklerin sadık dostu- içinden filizlenen yaşam pınarını henüz göstermez.
Yukarıya doğru ilerlediğimizde şunu görürüz. gövde kendinden daha güçsüz 2 ya da 3 küçük gövdee ayrılır. Bunun sebebi daha fazla meyve vermek için dağılarak verimi artırmaktan başka bir şey değildir.Böylece dallara ayrılan içi su dolu odun lifleri en tepede meyve ve yeşil dallar olarak patlak verir. Her dal her yaprak, her katman artık yaşam demektir.

Benim kendi gözlemim Bursa, tam böyle bir şehir; köklerine bağlı, yeşilin canlılığını taşıyan ve mezarlarla, türbelerle şehrin içiçe yaşadığı bir tabiat eseri.Onun kalın kökleri Orhan Gazi'nin şehri aldığında atılmış. Gövde oldukça kalın ve aradan yaklaşık 700 yıl geçmesine rağmen gövde kalınlığında bir eksilme olmamıştır sanki.Onu köklerine bu denli sadık kılan şehrin pek çok özelliği var.

Serin bir ağacın altında oturmak ve bunları düşünmek için Bursa'ya gelmek gerekiyor olabilir.

Salı, Ağustos 31, 2010

HAYAL ÜRÜNÜDÜR.

"İnsanı sonsuzluğa taşıyan düş gücüdür, ama hayal bunu, insanı kendinden uzaklaştırarak ve böylece tekrar kendine dönmekten alıkoyarak yapar." S.Kierkegaard

Evdeydim,sadece oturuyordum, gazeteleri inceliyordum.O gün yine sıcaktı ve hafta sonu nedeniyle 25 yıllık eşimle nereye gideceğimize her zamanki gibi karar verememiştik. sigara içmek için odama girdiğimde masanın altında beyaz bir kağıt gördüm.Kağıdın üstünde kan lekeleri vardı,masanın altına özellikle koyulmuş gibi değildi.Daha çok bir kavgadan sonra oraya sıcrayan kan lekeleri kağıdın sütüne gelmiş gibiydi.

"Yıl 1936
Kemal beyler şimdiki Makber mahallesine oturalı yaklaşık on sene olmuşu.Üç erkek çocuğunun üçü de tahsilliydiler, öğretmen olacaklardı. iki kızının ikisi de eli yüzü düzgündü ve evlenme çağına gelmişlerdi.Toprakları genişti; ailesine ve torunlarına yetecek kadar yiyecekleri mevcuttu.Mercimek, buğday,arpa,meyve, ineklere yem ve aksamları aydınlıkta oturmak için gaz yağları bile mevcuttu.
Aynur hanım Kemal beyin gençlik feveranlarının üzerinden yıllar geçmesine rağmen halen tedbirli davranır onu kızdıracak davranışlardan çocuklarını uzak tutardı. Savaşta sadece büyük oğlanlarını kaybetmişlerdi ve haline şükretmesi gerektiğini biliyordu.
Bir yaz günü kemal bey eve girdiğinde arka odanın duvarlarında kan lekeleri olduğunu farketti.Aynur hanım bilmiyordu.Çocuklara sordu bilmiyorlardı.Sildiler ve geçti. "

Kan lekelerını yakından inceledim. Kağıdı sakladım. Eşime durumu söylemedim.Her zamanki kadınsı telaşıyla bu evden ayrılmayı düşüneceğini veya evin içinde daha korkak davranarak telaş yaratacağını düşündüm.

Aradan 2 ay geçti. Kağıdı tekrar incelemek için çantamı aldım. Açtım.
Kağıt yoktu.
Çantam kana bulanmıştı.Elimi çantanın dibinde gezdirdim.
Çantanın dibi tamamen kan oldu.Ellerime kan bulaştı.
Korktum.

Çarşamba, Haziran 23, 2010

Kaleicinin donkisotu

Antalyanın taştan dar sokaklarında kafanızı önünüze eğip gezemezsiniz. Her dönen sokak, her taş bina, her yeni tasarımla dekore edilmiş lokanta, restorant veya her yüzyıllardır aynı yerde bulunmanın kıvancını yaşayan tarihi eserden gözünüzü alamazsınız. Antalya'nın Kaleiçi özerk bir bölgedir ve şehrin içinde ve şehirden bağımsız kendine ayrı bir cumhuriyet kurmuş gibidir. İçindeki her nesne farklı bir masal alemine girmiş hissi verir. Sıcak yapışkan betonlarla istiflenmiş, gerilim, stres dolu bir şehirden, Üçkapıları geçerek bir anda buz gibi serin, neşeli ve farklı bir aleme giden yepyeni bir diyara ayak basarsınız.Burası: Kaleiçidir.

Kaleiçi kendi yeteneklerini sadece yapıtlarından almaz.Burası her yüzyılda ölümlü insanlar tarafından sevilmeye, korunmaya muhtaçtır ve bu bir ritüel haline gelmiştir. İşte kaleiçi müdavimleri ki onu sadece sevmekle kalmaz, onu adeta benimser, kendinden bir parça haline getirmiştir.

Kaleiçi değil konumuz aslında. Ama Ömer abiyi anlatmak için öncelikle Kaleiçi'ni anlatmak bir mecburiyettir. Eğer Üçkapılardan girdiğiniz de hemen ilk sol sokak girişine bakarsanız burda küçük bir kapının içinde büyük bir adam göreceksiniz; bu Kaleiçi'nin ünlü Donkişotu, ve Antalya yerel gazete yazarı ve karikatürist Ömer Güngör'dür. İşte her yüzyılda mutlaka bulunan 3-5 tane kaleiçi hayranından, kaleiçi müdaviminden biri de Ömer Güngör'dür.

Ömer Güngör'ü tanıtmak ve yaşam felsefesini burda iki kelime ile aktarmak boyumu aşar. Ama onun hakkında düşündüğüm bir kaç şeyi mutlaka belirtmeliyim. Kaleiçi'ne girin, soldan ilk sokağın başındaki dev cüsseli ama kısık sesli adamı tutun elinden ya da alnından öpün. Çünkü bu tipteki insanların nesli artık giderek azalıyor.
Medeniyet dediğimiz şey eğer bir yaşam biçiminin ifadesi ve amacı da en yüksek refah seviyesi ise, bu seviyeye ulaşmak için gerçek sorumluluk ve irade sahibi insanlardan biraz nasiplenmek gerekecek.Bu insanlarki duygusal kontrolü olan, çevreye bir katkısı olan, akl-ı selim düşünmekten vazgeçmeyen kişiler.
Temiz ve meraklı kişiliği ile size mutlaka rehberlik edecektir, Antalya'nın Don kişotu.

Saygılar.

Salı, Haziran 22, 2010

Perşembe, Mayıs 20, 2010

Istanbul.halic


Istanbul,da ilk saatler. Cars.tatilini balık keyfine ayirmis insanlar.icimizde bi sevinc..

Pazar, Mayıs 02, 2010

Valide-peder



Elleri Titredi

"Ellerimde bitmiş papatya tohumları vardı.Arkama döndüm.Gıcık bir koku burnumu ısırdı.Eğildiğim masa sanki büyümeye başlamıştı.Ne oluyorsun masa.
Cocukluguma döndüm.Taa kaderin kıçıma battığı seyirlerdeyim.Yarı korku ile karışık cesaret anlayamıyorum.Zihnim bulanmaya başladı.Acilen canlı bir et parçasına ihtiyaç duymuştum ama nasıl bunu iletecektim.Ellerim de bir atlas,ellerimde bir ahtapot,ellerimde vıcık vıcık bir deri katmanı vardı.Ne oluyordu.Kendime yavaş yavaş yabancılaşıyorum.Küflü ve yosunlu bir tekne demiri gibi içimde yanı başımda gözümün önünde arkamda,bacaklarıma dokunan tiksindirici bir yaratık,mide bulandırıcı.
Şekiller ve davranışlar hızla gözümün önünden geçiyordu.
Birisi vücuduma dokunmaya başlamıştı.Bilincimi yitirdiğimin farkına varmıştım.En son birileri kafama su döküyordu.Ne döküyorsun mübarek insan,bana içirdikleri bir bidon şarap mıydı?Kafamda ucusan kelimelr, "durun" "yapmayın" "bırak beni" "piçler" "sistemin ağzına sıcayım"
Kendimde değilim,ağlamak istiyorum.Ölüme yaklaşıyorum.Ama ölüm acısını benden hor çıkartmak istiyor.Hey dostum ben yaşamak istiyorum.Hayır sen bir delisin.Bu dünyada deliler yaşayamayacak.Sen de yaşayamayacaksın.
Kan olmuşum,köpük olmuşum,dalga olmuşum akdeniz olmuşum durduramamışlar.
Solugu hastahanede almışlar.Ne oluyoruz?Ben hasta oldugumu kabul etmedikce kimse beni hastaneye götüremez.
hasta hanesine hiç koyamaz.Bizler istatistik adamları değiliz.hepimizin bir değeri var.Hepimiz kendimizdeki farklı özelliklerin ayırdımına varılmasını isteyen kendimizi hergün daha değerleştiren varlıklarız.Bizim insan olmamaız kendimizi değerli hissetmemizle başladı.Böyle bitecek.Ve vaveylelar arasında uyandıgımda ağlıyordum.
Tüm bilnçaltımı uyurken altıma sızdırmıştım.Sanki şimdi beynim tamamen boşalmış gibiydi.Acaba boşaldı mı.."

Kıvrıl ve Sıyrıl (RAP Tarzı yazmısım farkında degilim)

Dokunmak direngen
gözlerini kıs hey sen
polis eldiveni gibi yumuşak bu ten
ses..ses...bağırtılar..
lokma, oltadaki sivri diken

Kahretsin adamım
gözüme serpilmiş kadınım
gıcır gıcır müzik, para gibi
ışıltı,tüylü boncuklar,altın sarısı hileler
ciğersiz hayat.

çıkışı arayan farecik
ıslak kumaşı kurutan
temiz oda, düzenli ihtiras
çaresiz içiyorum diğerini
sigara, alkol ve ciğerini.

kalburdan kaslar, çatık kaşlar
göğsüme çaktığımın halsizi
kısa ve cılız, inatçı ve kavgacı
bitti mi bilmiyorum mecalsiz sevgi

if you want to be my love
kırıttı oturdu gelincik
bilincimi örten stresten kurtul
kıvrıl ve sıyrıl
atama, yükselme, konfüzyon
shitt..
....

birden uyandım rüyadan
terlemiş ve yorgunum
gösümde ağrı, midemde bulantı
mutfağa koştum, çevreme bakındım
kimsecikler yoktu, yalnız ve birbaşımaydım.
herzamanki ben.

Cuma, Nisan 23, 2010

İstanbul_Şiir Yarısması

İstanbul
Turuncu kızılı.
Toprağı okşayan teninde, yaralı bir kanat gibi
Süzgün ve yorgun
Aklımdasın.

İstanbul
Ağır bir taş gibi kıra kıra akan
Denizindi her dalgası zihnime çarpan
Baktım baktım, irkildim içemedim,
Her seferinde içinde denizin
Korkumu, korkumu geçemedim.

İstanbul
Kulağımıza üflediğin nedir
İsimlerinden mi eski zamanların
İnce ve uzun kadifeden bir labirent gibi
İstanbul’da latif sesi ezanların
Tepelerin tepesine ruhani yokuşlar
El örmesi hafif bir tülbent misali süzüldü.

İstanbul
Kız kulesinde bir yavru ceylan
Batan güneşi özledi tir tir titrerken
Bir bardak çay misali içtiler seni o esnada
Ceylan anası olmalı yavrusu inlerken.
Kız kulesi, bir yavru ceylan
Sen sanki su sıçramış paçalarına
Duyulmaz artık sesin, bırak duymasınlar

İstanbul,
Kokun geliyor şimdi burnuma
Mısır çarşında cümbüş, şekilsiz dalgalar
Dalgaların üstünde dansöz gibi kıvrıldılar
İstanbul’dan sıçrayan yongalar.
Tellallar, çığırtkan aktarlar, kalpazanlar
Korna ve davul, zil ve çığlık, çamur ve ıhlamur.

İstanbul
Galata Kulesi’nden gözlerken
Ustası, işçisi, ipsizi, çelik iradelisi
Bir tuğlada on el, onu da birbirine benzer
Kagir kardeşlikler şehri! Gönüller delisi!
Ermenisi, Rumisi, Türk'isi kardeşmiş
Milyonlar, kollarından kan bağları nakşetmiş
Böyle kesik kesik soludu bin yıllık tuğlalar


İstanbul
Nakış derslerine gitmeliydim
İnci taşlarla süslü boğazını kesbetmek için
Taş döşeli sokaklarında neşeli bir çingene
Alkışların manzumesini vecbetmek için
Nasıl ezgisine kaptırmışsa müziğin, öyle
Anlayabilmek ritmini udun, gitarın.

İstanbul
Bayat bir ekmek aldım bakkaldan
Böldüm, böler gibi sokak sokak cismini
Kursağımdan geçirirken yutkundum
İçimden kimsesizliğini geçirdim
İstanbul, kurudu dalların, unuttuk ismini
Semaya yanık Balkan türküleri söyledin.

İstanbul
Çemberi daraldığında kurtların
Top sesleri Saray’dan duyulurken ya da
İngiliz zaptetmişken kapıları, acaba zannettin mi
Çelik mavisi bakışımızı raptedeceklerini.
İstanbul, sana karışmak istedik sadece
Biz Anadolu, sen analar dolu.

İstanbul
Ayaklarıyla ezdi çimenlerimi tepelerin
Estikçe estin..Gürledin damarında damarların
Yaklaştıkça büyüyen tarihin rahmini tepeledin.
Yükselirken üveykler, çınladı sesi şamarların
Gözlerde yaşardın, mazide serilmiş koca bir yiğit gibi.
Savaşlar ve kanlarla, affet bizi
Gözlerde hırsımız, gözlerde çaresizliğimiz, gözlerde aşkımız.

İstanbul
Tıktık içine şahsımızı nazenin
Baksana şu kurtçuğa, ağacın gövdesindeki
Ya da şu arsıza, beton binaların göbeğindeki
Dövene elsiz sövene dilsiz, derviş kentim
Zenginlik midir mugalata, mezarlara inin
Seni temaşa eden yüreklerin zevki.

İstanbul
Ayak izlerini takip ediyorum
Soğuk ve rüzgarlı deniz, Kanlıca’da mat zihnim
Eyüp’ten Piyer Loti’ye topraktan hatıralar
Ki hepimiz o toprakta varız, hem de arsızız.
Kilise’de onur, İslam’da nur
Hepsi bir sandalda, hepsi bir hamur
Sen dinlerin şehri, sen dillerin şehri.

İstanbul
Davul ve tambur
Alnın kayaların kavruk sertliği gibi inatçı ve dik
Tonajın binler, milyonlar, sesin yumuşacık
Sesinde kavrulmuş kültür, gerisi hiçlik
Vur adamım, vur kadınım, vur
Bu gece, her gece gibi erguvanlar yeşerecek.

İstanbul
Şekle sığmıyor bu pencere
Ellerde sanki kelepçe, dillerde pençe
Aklımı yedim zehirli menekşe
Bu ki kandırdı, ahşaptan bir mendille
Çürümüş tahta, yağmurlu sokak, ihtiyar nine
İstanbul’um, özledim ana kucağım
Mistik sevgilim, değişme.

İstanbul,
Gökte turuncu kızılı, sabah ezanları okunuyor.
Ruhuma çarpan soğuk sabah suyu gibi
Çarptın kalbinde dünyanın
Ortanın ortasında, kürenin çekirdeğinde
Yüreğimizin nüvesinde, bir “izler”,
Bir “mimler şehri”.





Erkan Ören
Mart 2010

ERKAN ÖREN
11244

Perşembe, Nisan 22, 2010

Şehir Yorgunluğu

yorgunlugumu atamadım
dizeler ve güzeller
Dibine çaktığımın kara dünyası
Balçık ve yapışkan ışınları
Şarapcı bir ciddiyet
Muğlak bir cinayet
Enayet enayet
Kara çığlıklarım,kırmızı feryatlarım
Yorgunluğumu atamadım
Ve yaşam..

Makineleşmek makineleşmek
Sekmek de sekmek
En nihayetinde bir embriyo kadar bilinçsiz
Bir embriyo kadar yapışkan ve gözleri kapalı
doğduğumuz mahale intikal ettik
diz diz diz
makinist..parazit..

ambulans sesleri
gece ve şehir yanlızlığı
çöp kedileri gibi vahşi ve sefil
kararmış korkak elmaları ısırdık
ekşimiz bayat ofislerde geçen vakit...
acımasız patronlardan tiksindik
sakallı ve pis..ter kokulu şehrin koynunda
ırzımıza geçildi temiz temiz...
bittik tükendik ve yeşerdiğimizi zannettik.

eö.

Salı, Nisan 20, 2010

İletişim aracı : "Teşhircilik"

Somut gerçekler adamın kanını dondurmalıdır. Bir konuyu izah etmeniz, kendi görüşlerinizin de ötesinde soyuta ve sonsuza dayandırılabilseydi, dünyanın en ikna edici adamı olurdunuz herhalde.
"Mantık en üstün hukuktur " belki ama "Mantık en üstün gerçek değildir."

"Bir bahar günü :
Penceremden geleni geçeni izliyordum. Göbeğini açmış gezen bir kadın gördüm.Sarı saçları, çekimli bir poposu vardı. Güneş gözlükleri gözlerini kapamış, kimliğini saklamıştı.
...."

Kimi zaman çıplaklıkla örttüğümüz bir dünyada yaşadığımızı düşünmekten kendimi alamıyorum. Pornografik bir yaşam bu: teşhirci. İçinde bizzat bulunduğum ve onca günahıma rağmen bu konuda isyankar ve bulurcu bir düşünme tarzından vazgeçemiyorum.

Küçük karıncalara benzettirim kendimizi. Koşuşturmaktan yorulmadan aynı hayatı lezzetle yaşamanın yollarına bakarız. Ne kadar lezzetle yaşayadığımız kişiden kişiye değişir oysa ve tutumlar ve algılayış tamamen o kişinin kendi düşünce dünyasındaki öznel çıkarımlara bağlıdır. Kendi öznel çıkarımım ise hala belirsiz:

Çıplaklıkla örtünmek doğru bir benzetme midir?Doğruysa; çıplaklık neyi örter? Çıplaklık ile teşhircilik aynı şey midir?
Her çıplaklık teşhircilik sayılır mı?

Tüm çıplaklıklar teşhircilik sayılmasa da yine de teşhir amaçlı çıplaklıktan bahsettiğimizi belirtelim.

Örneğin Afrika da şalvarla da teşhircilik yapılamaz mı? Evet yapılabilir.Teşhircilik tamamen toplumun/sosyal grubun genel giyim, kuşam ve imaj dünyasıyla ilgili. Yarı çıplak bir toplumda kapalı olmak da bir çeşit teşhircilik sayılmalı.

Başa dönersek - bu uğraşı içinde - teşhircilik sanki "İletişim aracı" . Yani etkileme ve etkilenme uğraşı.Çümkü teşhircilik göstermek, sergilemek demek.

Sosyal ilişkilerin kişinin kendi istediği gibi yönlenmesi, başka insanları etkilemek, onlardan dille-gözle- tokalaşarak-gülerek-cevap vermeyerek v.s. iletişim kurmak için bazı özelliklerin gösterilmesi gerekir.

Öte yandan kişisel ihtiyaçları düşünelim: Beden,yani kan; yani dolaşan taze bir can. Yani iletişim aracı olan sergileme-teşhircilik ile kişinin özel bir ihtiyacı olan bedensel tatmini yanyana koyalım:

İletişim aracı olarak bedenlerin sergilenmesi.


Yani diğer iletişim araçlarına tercih edilmesi.
Çünkü daha az etkin olan ya da etkin kullanılan sadece konuşmak, gülmek, ağlamak, vücud diliyle olumlu ya da olumsuz mesaj vermek belki uğraştırıcıdır ya da bu araçları kullanma yetisi azdır.
Dolayısıyla çıplaklık ile örtünülen şey iletişim yeteneği, eksiklik ise iletişim yeteneği olmalı.

İşte sana bir iletişim örneği :
Sokak sıcak bir bahar gününün tüm coşkusunu efil efil hissettirir. Hormon kokar ortalık, gençkan atında elindeki okla avlayacak bir beden arar. Beton kaldırımda ilerleyen etten kemikten insan, köşeyi dönerken çapkın bir bakış atar.İletişim kurulur.

Devamlı sorulacak ama cevabı asla bulunamayan kanunlar olmalı.

ALINTI :
Solgun bir yüz ve çökük gözlerimiz var.
Damarlarımıza pompalanan kanın farkında değiliz.
Her gün sebepsizce tüketiyoruz oksijeni.
Hayata fazla geldiğimizin, bu odaya sığmadığımızın farkında değiliz.
Birikimli bir tükenişe gidiyoruz..Biz soluksuzlar, bet benizliler, görmezden gelenler..
Tek çözüm yaşamı anlamak.

Pazartesi, Nisan 05, 2010

04 Nisan ihtilali

04 Nİsan olayları dünyada eşi benzeri görülmemiş bir çığır açmıştır.
Öyle bir olayki yıllarca hafızalardan silinmemiştir.
Silinemez de.