Translate

Pazartesi, Aralık 31, 2012

Bir Akşam Hikayesi

Akşam evden fırlayıp çıkmış ve annesine bir arkadaşıyla görüşeceğini söylemişti. Oysa kimseyle görüşmek istemiyordu. Sanki ortalıkta kendisinin bilmediği bir söylenti yayılmış da,herkes buna uyarak dışarıya çıkmamaya başlamıştı. Şimdi arabanın gazına biraz daha bastı, ilk ışıklarda sarıyı zar zor yakaladığında,hızının en üst noktasında dikkatsiz bir kadının yürümeye başladığını farketti. Herşey bir anda oldu.Kadın sadece önüne bakıyordu,Eren hızla kadının önünden geçerken diğer elini kullanmak zorunda kalmıştı, kornaya basmak için. Arabada sadece kendisi vardı ve yoldan ziyade aklında pek çok karmaşık düşünce. Günü gününe yaşamak istiyordu, o günden keyif almak ve ertesi gün dünü hatırlamamak; ama bunu beceremiyordu. Stresle başa çıkmanın bilmem kaç yolu, hayata umutla bakmanın bilmem kaç faydası vardı aslında.Ya da istese örnek alabileceği bilmem kaç çeşit arkadaşı: taşa baksa kadın gören abazanları, pasifist bir tutumla elini sıcak sudan soğuk suya değdirmeyenleri,sağa gel kurtul diyenleri, sola gel kurtul diyenleri, Allah'a teslim ol diyenleri, işine gücüne ver diyenleri. Bir de onlardan daha fazla doyurulması veya çözülmesi gereken diğer sorunları : Geleceğinin belirsizliği, bedeninin durmadan çalışan yıkıcı arzuları, potansiyel işsizliği, babadan para yemesi ve kız arkadaşıyla olan çetrefilli ilişkisi. Tam bir çıkmazın içinde hissediyordu kendini.

"Ne çok şey yaşamışım, ne çok şey görmüşüm, ne çok şey düşünüyorum."

Sahilde bir boş yere çekti arabayı, akşamı izlemek için. Batan güneşin ardından doğanın şekil değiştirişini.
 "Evet yaşadım her şeyi. Görebileceğim kadar çok şey gördüm. Mesela Ferit'ı düşün- Ferit üniversite birinci sınıftan arkadaşı-... Sivilceli yüzü, ve her zaman ıslak jöleli saçlarıyla karakterinde iki şeyi birleştirmiş: Çirkinlik ve kendine güveni. Bunu nasıl beceriyor. Güzellik nedir ki? Şeklen orantılı olmak. Bakmak. Sanat. Herkesin ilgisini çekmez mi.Ama güzel olmak da nedir ki arkadaş ya..Sikiyim acaba bir bira mı içsem"

Bu akşam böyle geçmez diye düşündü küçük adam. Yağlı saçlarında elini gezdirdi. Zeynep'i düşündü. Tavşan kızı. Tavşan kız onu kadar çok seviyordu ki, fazla sevgiden bunalmıştı. Gururuna yediremediği şey şuydu: belirsizlik içinde ve ne olacağını bilmeden yaşarken, birisinin hayatını ona endekslemesiydi. Belki de endeksleme yoktu, endekslendirme vardı. Yani kız ona endeksli değildi, kızın hayatından sorumlu olduğunu hissederek küçük adam kıza endekslenmişti. O kadar güçlü hissetmiyordu kendini ama bunu kendine söylemeye korkuyordu. İntihar bile edebilirdi bunu söylememek için.Kafası biraz dumanlıydı. Büyük adam söylemleri bir üniversite giriş sınavıyla fiyaskoya dönüştüğünden beri artık normal olduğunu düşünmeye başlamıştı, herkes kadar normal zekaya sahip olduğunu, hatta belki küçük adam olduğunu. Fazlası değil, azı değil. Çevresindeki insanlara, bazı arkadaşlarına baktığında onların yaşamı dolu dolu ve zekice yaşamalarına, biraz da sorumsuzca - çünkü onların aileleri daha zengindi- tüketmelerine imreniyordu. Vaktinin her değerrli saniyesini faydalı bir işe adapte ediyor olmaktan sıkılmıştı. Kaygısız ve mutlu olmak istiyordu ama bunu beceremiyordu. Bu konuda fikirleri onu ikiye bölmüştü: Ya herkesin mutlu ve sorumsuz olduğu bir yalandı, ve onların hepsi gerçekten kendisinden çok daha zeki oldukları için yöntemini bulmuşlar zehirli çamura basmadan çeşmeden lıkır lıkır faydalanıyorlardı ve bunu küçük adama söylemeyecek kadar da uyanıklardı; ya da gerçekten adamımız herkesten biraz farklıydı, kendini üstün görmesi için, böyle görmezse acı çekiyordu, ciddi bir nedeni vardı. Kendisi ve diğer aptallar. Kendisini dünyanın merkezine koymanın gerçekten bencilce olduğunun farkındaydı aslında ama kendini koyacak da başka bir kefe bulamamıştı işte. Keşke kendisinin geçtiği bu yoldan geçmiş ve bunu tam oalrak kendisi gibi tanımlamış arkadaşları olsaydı ya.gerçekten aynı kendisi gibi düşünen arkadaşları vardı ama kimse kendini tam ifade edemiyordu. Yaşamak evet acı verici. Ölseydi mesela , arkasından ağlayanları düşünürdü hep. Bir gün ansızın ölürse herkesi şaşırtan bir şeyler yapmak istemişti yıllarca. Herkesin hayret edeceği. Acıklı ama bir o kadar da yıllar boyunca kendinden övgüyle bahsettirecek bir son. Kahraman olmak mesela bir savaşta, ama bunu yapamazdı. Kahramanlık için yeterince donanıma sahip değildi. Kahraman olamazsa, tanınmış bir halk adamı, insanların takdir ettiği ve yardıma koştukları bilge ve ünlü bir adam. Stoacı bir keşişlik halinde bidonunda yaşayıp gölge etme yeter diyebilse ama bir yandan da tüm insanlara bilgi dağıtsa, para dağıtsa. Hayata aldırmadan, hayatı küçümseyerek, onun için yaşamın basit zorluklarını bir sözü ile ezerek yaşasa ve hep böyle güçlü kalsa. Ama hayatın eğrilerden oluştuğunu iktisat derslerinde de anlamıştı. Hayat bir iktisat eğrisinden daha asimetrik ama ondan daha gerçekçiydi. Dinazor gibi neslinin tükenmesini bekleyemezdi. Ya oturmalı ve ağlamalıydı güçsüz olduğunu kabul ederek ya da  derhal bu saçmalıklara bir son vermeliydi.
en güvendiği ve hayranlıkla baktığı insanların- büyüklerin bile çok basit zaafları olduğunu keşfettiğinde gerçekten mükemmelin olmadığını, her zorluğun bir kaç bilgece kelamla çözülemeyeceğini, istediğin gibi yaşamanın gerçekte biraz zor yaşandığını, acı tecrübelerin veya tatlı düşlerin kişiyi yavaş yavaş oluşturduğunu düşündü.
Şimdi 24 yaşında iken çocukca bir ifade takındı yüzüne.Bilge bir esinti yüzünü yalıyordu. Bu akşam esintisi İstanbul da gerçekten güzeldi. İnsanlar evlerine dönme telaşındaydılar. İşe girmek, sorumluluklar, sorumluluklar, yaş ilerledikçe ölümler ve kopuşlar.Hayatın önünde aslında minik bir kız çocuğu kadar güçsüz olduğunu hissettiği için bu saçmalıklara isyan ediyor olabilir miydi? İşte şu karşıya geçerken arabalara küfreden beyaz gömlekli adamı ele alalım.Muhtemelen 30 lu yaşlarında. kolunda siyah bir saat altında kumaş bir pantolon aynı renkte. Sakallarını özellikle bırakmış, kafası kelleşmiş.Aynaya baktığında ne düşünüyor olabilir. O anda her insanın hayatta mutlu olmak için ciddi bir nedenin inancının olması gerektiğini farketti. Adam aynanın karşısında yakışıklı kelleşmemiş ve kilo almamış olduğunu düşünebilir mi? Şu önünden geçen Mercedes in içindeki aynı kel-fodul ama mutlu adamlardan biri olmadığı için hayıflanıyor olabilir mi? Kendi yaşam mücadelesinde hangi aşamalardan geçti acaba. Mesela gençliğinde kendini hayata ne bağlıyordu? İnanç mı? sakallı ve elinde tesibih olduğuna göre gömleğinin kalitesinden de anlaşıldığı kadarıyla Eminönünde pekala bir iyi kazanan bir dükkanın eli yüzü düzgün bir sahibi olabilir.yani dini toplantılara gidp biraz onlara yardım edip sosyal bir çevre edinerek ve abilik taslayan yürüyüşüyle özü sözü doğru karakterli abi sıfatıyla ve düşsel inancıyla kendi ruh sağlığını yerinde tutuyor olabilir. ama bir dakika,kendini topla.Nereye gidiyor bu düşünceler. Hepsini adam karşıdan geçinceye kadar düşündü. Hızlı mı yavaş mı.Kendini toparlaması gerektiğini farketti. Yanından geçen çaycıya bir el etti.
-Ne kadar abi çay.
-50 kuruş abi.
-Ver bakalım bi tane. Ateşin var mı?
-yoktur abi.
-Al bu para. Teşekkürler.

Şişko ve sakallı adam.Karşıdan karşıya geçmiş ve taşlık binaların arasında kaybolmuştu. küçük adam yüzünü tekrar denize verdi. Sıkılmışlığını ve düşüncelerini bir an toplaması gerekiyordu. Ama bunu beceremiyordu. Biraz kodain,biraz da keratemin alsa, hafiften bir baygınlık ve yarı aptallık halinde akşamın hiç geçmemesini sağlasa. Akşam eve döndüğünde annesinin nerdeydin oğlum diyen sorgucu bakışlarına net cevaplar verse ve bundan sıkılmasa. Sanki tek başınalık suçtur bizim toplumumuzda.Üniversitedeki sınıf arkadasını düşündü. Her zaman tek başına gezen. Tek başınalığı dert etmeyen.bu arkadaşıyla yaşadığı diyaloğu hayal meyal hatırlıyordu.
-Nerdeydin hafta sonu adamım?
-sinemaya gittim.
-Kiminle gittin?
-Tek başına. Küçük adamın kaşları yukarı kalkmıştı. istediği cevabı alamamanın şaşkınlığını yaşıyordu.O istiyordu ki, Mehmetle gittik, serhan la gittik, Veli yle gittik. Bir cevap alsın.Sonra da sohbet o kanala kaysın. Sonra filmi beğenip beğenmediğine falan filan.Ama şimdi tek başına sinemaya gittiğini duyunca şaşırmıştı.
-Tek başına mı? Sıkılmadın mı?
-Yoo, hiç sıkılmadım.Çok eğlenceliydi.

Burda uzun uzun bu konuyu düşündü. Tek başınalık. Tek başına sinemya gittiğinde sıkılacaktı.Bu başından belliydi. Daha sıraya girdiğinde aynı sıradaki, kız arkadaşıyla, erkek arkadaşıyla, grup halinde, ailesiyle, en olmadı çocuğuyla gelenleri görecek ve çevresinde kendisine benzeyen birisinin olup olmadığına bakacaktı korkakça.sonra bileti alacaktı. Genç bilet satıcısı, parlak gözleriyle kaç kişi diye soracaktı. İşte o soruyu sorduğunda neler yapabilirdi.
Mesela şöyle diyebilirdi:
-Tek başınayım lan gerizekalı görmüyorsun. Kaç kişi olmamı bekliyorsun. Yok eğer şu sıradaki tüm bayanların benim arkadaşım olduğunu hayal ediyorsan ve bunu gerçekleştirebileceksen hemen hepsinin parasını babamın kredi kartından vermeye hazırım. Ama bunu yapamayacaksan, giderek zavallılaşan bakışlarını benim üzerimden çekip önündeki monitorden bana bir kişilik bileti öğrenci kontenjanından versen çok iyi olacak.
Ya da şöyle olabilirdi.:
-Evet yalnızım. Bir başıma geldim.Tekim. bu sıradaki tamamı en az iki kişiden oluşan grupların aksine tek başına burada olmaktan her hangi bir yüksünme, gocunma ve eksiklik duygusu yaşamıyorum. lütfen felsefik konuşmamın nedenlerine girmeden bana öğrenci kontenjanından bir bilet verebilir misiniz?
İnsan tek başınalıktan eğlenemez mi? Soru bu. ama tek başınalık, yalnızlıktan biraz farklı bir durum olmalı. Yalnız değilsindir aslında. Pek çok arkadaşın olabilir ama durumdan duruma değişen ve birlikte yaptığın takdirde daha rahat halledebileceğin işi tek başına halletmektir, tek başınalık.
Bir film sahnesi de olabilirdi bu tek başınalığın sinirli cevabı:

-Bana bak sivri sakallı ve küpeli gösteriş meraklısı genç züppe. beni sinirlendirmek, belimdeki 9 mm coltumu kırışıksız alnına dayayıp burdaki herkesi strese sokup patronunla sorun yaşamak istemiyorsan, hemen bana öğrenci kontenjanından bir bilet ver.
"Ben sosyal bir ortama tek başıma girmiyorsam, odamda bilgisayarım kitaplarım ve müziğim yada filmimle tek başınalıktan acayip keyif alırrım. Hele ki bir de fiziksel ihtiyaçlarım, yemek su kahve gibi karşılanmışsa."diye kendini kandırdı.
Çayını karıştırdı. Denizi seyretmeye başladı.Saate baktı.Saat onu gösteriyordu. Belki de kalkma vakti gelmişti. Saatle ve bir yere zamanında ulaşmakla başı hep belada olduğu için erken davranmak istedi.Ama sonra bunun için güçlü bir nedeni yoktu. Birisi istedi diye bir şey yapamazdı.Kendisi istedi diye bir şey yapmalıydı ve içinden şimdi buradan kalkmak gelmiyordu. kıçı yavaş yavaş uyuşup bedensel refleksleri sinyal gönderinceye ya da ortalık iyice sakinleşinceye kadar oturmalıydı. Keyfince ve tek başına.




Pazartesi, Ağustos 27, 2012

SUÇLULUK DUYGUSU - II


Karşılıklı etkileşim halinde olup da farklı nitelikler arzeden iki hissin (bedense-cinsel  ve ruhsal doyum hislerinin) iki farklı karakterde yaşanmasından oluşan karmaşık ilişkinin bir sanat eseri gibi yaratıcılıkla akıp gitmesini nasıl sağlayabiliriz?
Bu soruya aşık olmak diye cevap vermek kolaya kaçmak olacaktır. Ve doyumlardan oluşan bir ilişkiler yumağı hayal etmenin baştan saçma bir fikir olduğunu düşünenleriniz de olabilir.Keza bazılarımız, kendilerini sürekli doyum halinde yaşamaktan özellikle çektiklerini, keza bunun ruhsal ihtiyaçlarını körelttiklerini de söylemektedir.
Ne var ki, mantıksal bir düşünce ile olayları analiz edip, inançların kendi doğasına karışmamak en güzeli olduğunu düşünüyorum.Dini metinleri bu akıl yürütmelere karıştırmamak gerekir.Mesela, dinimiz aslında bedenin yasalarını ve ruhun kurtuluşunu özetleyen reçeteler de içermektedir. Ancak bu kurallara uymanın başka kuralları da vardır. Mantıksal bir çözüm bulmalıyız. Ne bulmamız gerektiğini  hatırlayalım: Ruhsal ve bedensel doyumu at başı birlikte nasıl yürütebiliriz, biri diğerine çelme takmadan, diğerini ötelemeden veya ötekileştirmeden.
İkinci sorumuz da şu: Doyum enerjisine göre hareket eden bu kişiler tam faydacı yaklaşımları çerçevesinde, suçluluk hissetmeden saltık ilişkilerini ayrıldıklarında nasıl yaşarlar? Neye yüklenim yapılarak doğal olanı sağlayabiliriz?
Çoğunuz gibi ben de pek çok kereler yaptığım hatalardan suçluluk hissettim. Dinin suçluluk duygusu konusundaki nötürleştirici, kişiyi sorumsuzlaştırıcı etkisinden daha önceki suçluluk hakkındaki yazımda bahsetmiştim. Ama günahtan arınmak, gurura meyletmeyi de beraberinde getirdiği için, kendimizi değerlendirmekte tekrar yanılma payımız her zaman vardır.Kişiler diğer aleme dair hesapları üzerinden suçluluk hissetmezler, ama diğer alemi düşündükleri için suçluluk hissedebilirler.Burada hesap kelimesini ihtimal olarak da anlayabilirsiniz.Bu yapay bir suçluluktur ve kendini hemen eleverir. Günah işlemişlerse sonucunu düşünürler, akibet korkusuyla ruhsal enerjileri düşer,( ağlamaya sinirliliğe, ajitasyona eğilim) Halbuki günah diye bir tanım yapılmış. Sonucu anlatılmış, yol yordam gösterilmişse, hata en baştadır.
Yani kişi diğer alemi düşündüğü için suçluluk hissetmiştir.Ama burada açıkça belirtmek gerekir ki suçluluk duygusunun dini nedeni, o aleme inanmak değildir. Farklı dini metinlerde belirli düzeyde bir suçluluk içinde olmanın kişiyi zaptedeceği, bunun ruh için gerekli olduğu, bedensel isteklerin peşinde gitmeyi engellediği söylenir.Bunu bilerek veya bilmeyerek çoğumuz yaparız. Kendimizi zaptederiz.yani biz suçluluk hissetmek istemiyoruz.
Sevgiliden ayrılma ihtimali üzerine yapılan hesaplardan dolayı suçluluk hissetmeyiz. Sorun baştadır; sevgilin dinin ise, ayrılman da günahındır. O zaman günah işlemeyi hesap etmelisin.Çünkü aynı sevgiliyle ömür boyu yaşayamayabilirsin ya da yaşamak istemeyebilirsin. Sevgililik, evlilik, beraber yaşamak, birleşmek, bunların hepsi azıyla çoğuyla kısa geçiçi, uzun geçici veya kalıcı ayrılıklara gebedir. Kendini onaran birliktelikler, yaşanan zamana dayalı olarak görünür kısa geçici veya uzun geçici ayrılıkların acısını görünmeyen yöntemlerle karşıya yaşatacaktır. Ki kişiler karınca değildir, hepimiz azgın birer maymun da değilizdir.
Elimizden geldiğince (her ne kadar bu lafı hiç sevmesem de) suçlanmaktan ve suçluymuş gibi hareket etmekten kaçınırız.
Bedensel doyum yaşamak ruhsal doyumu da beraberinde getirmeyebilir. Diyelim adam kendini tamamen dünya zevklerinden uzakta tutan kapalı bir cemaatin içinde tutsun ve gözlerini kapatıp günlerce evrenin yaradılışını huşu ile tefekkür edip şükrediyor olsun. Bu adam ruhsal doyuma ulaşıp da bedensel doyuma ulaşmadığı takdir de dengeyi koruyamayabilir. Ve basit bir olayda tüm sağladığı ruhsal doyum dengesi  patlak verecektir. Bu patlak verme olayı, gingsengli bir bardak çay içip, bir kavanoz fındık ezmesi yemenin sonuçları kadar kolaylaşabilir. Bedeni caydırmak ile bedensel enerjini bir aygır düzeyine çıkarmak arasında ruhsal anlamda da bir fark oluşmayabilir. Bedensel doyuma ulaşmış bir jimnastikçi pekala bir derviş de olabilir.Her iki durumda da kahramanımız meşru yollardan evlenmeye ve bedensel ihtiyaçlarını (cinsellik) karşılamaya zorlanır toplum tarafından. Bu durumda karşındaki kişiyi sevmeden de evlenebilirsin çünkü hormonlar her zaman akla hakim olmaya yatkındır.
Bu durumda olgunlaşmış ve eğitilmiş iki kişi- iki arkadaş birlikte yaşamı devam ettirmek istiyorlarsa önce kendi zevklerini düşünmek zorundadırlar. Bunu başarabilen bu iki sağlıklı birey suçluluk hissetmemek için birbirine yapışıyor. Halbuki bu durumda bile iki kişinin birbirinden sıkılması normaldir. Çünkü doyum süreklilik de arzetmez. Beyin doyumu istekleri karşılandıkça yeniler. Güncellenen istekler güncellenmesi gereken istekler yaratır. Bu dengeyi sağlayamaz veya bu hıza yetişemezseniz aksamalar,kavgalar başlar ve mutlu olduğunu düşünen hayal kırıklığına uğrar. Aslında hayal kırıklığına uğramasına gerek yoktur, çünkü olaya kendi zevkini düşünen kişiler olarak başladığını kabul etmiş kişilerdir.
Kendi yaşamsal ihtiyaçları için bir araya gelmiş iki kişinin ( bu böyle olmak zorundadır) taraflardan birinin diğerinden vazgeçmek istediğinde oluşan hayal kırıklığı, terk edilenin kendi zevklerinin ve doyumlarının elinden alınmasından doğan üzüntüden başka bir şey değildir.
Bu yüzden bunun farkında olan terk edilen kişinin kendisini suçlamasının anlamı yoktur. Ancak bedensel doyumu her ne kadar partneriyle tam bir karşılıklılık hissi ile birlikte yaşıyor olsa da; ruhsal doyum partnerinin daha az etkisinde kalarak yaşanabilen, daha öznel bir bir histir. Bu sebeple kural olarak herkes kendi doyumlarını yaşamak istediği için kişinin suçluluk duygusu yaşamasını, yürüttüğümüz bu mantığa uygun bulmasak da; ruhsal doyumun öznelliği bizi başka sorulara itmelidir? Poligamik bir dünyada elindekileri devamlı kaybedip yenisinin peşinde koşarak  yaşamayı mı ,monogamik bir dünyada isteklerini mi dizginleyerek yaşamayı mı tercih edersin? Tercih yapmak zorunda mısın?

Devam edecek.
Erkan Ören

Cumartesi, Ağustos 11, 2012

Asya'ya Siirler

 II

SUSMAMAN İÇİN

Dibine kadar içtim dudaklarını
Dibine kadar biçtim
Nefese nefese diktim
Gözlerim seni görmeden daha,
Benden budananları, bebek, diktim
Denizin tuzunu mesela,kayaların sonsuz sessizliğini
Çıkmadan sen daha, yüreğine çınar gövdesini
Ben diktim.
Hücrelerimde yalaz bir konuşkanlık başlamış

Etimden bir çimdiksin bebek

Akşam sefası çiçekleri uçuşacak
                     doğduğunda gökyüzüne
Triatlon duygular yaşanacak o gün
Susma bebek,
Yüzüne sancılı doğum kasılmaları verdiren,
Yüreğine ritmik bir kalp kasılması verdi.
titrerken kan,
seni sarmalayan yağmur kollarımda
Susma bebek, ağlamalısın.
Çünkü bilerek ya da bilmeyerek
Yaradıldın, susmaman için
Seni ben diktim bebek.

Pazartesi, Ağustos 06, 2012

SEN UYURKEN

Henüz beynimin ve ruhumun oksitlenmediği sabah aşılanmalarında
Şair ellerimden dizgilenmemiş omzuna iki beyaz tüy bıraktım,
İki beyaz tüy nakşettim, kırmızı yanaklı parmak uçlarına
Al al kızarmış kıvrımlı küçük dudaklarına
İki buse uçurdum sen uyurken,

Henüz uyanmadığından

Henüz ruhuma doğduğunu bilmediğinden

Henüz senin beni sevmediğin zamanlardan

Sihirli hassas iki küçük dudak kondu göz kapaklarına
Sen uyurken sevgili küçük afacanım
Dolduruşa getirilmemiş bir sadelikle yazdığım bu kalem ucunun
Dondurma kıvamında tatlandırılmış yanaklarına kalp resimlerini
Çizdiğini
sen uyurken küçük aşkım; bilmediğinden
Lolipop kahkahalar atmadığımdan senin gibi
Güzel yüzünü hayal etmekle yetindim.

Salı, Temmuz 24, 2012

HİSSEDİLEN SICAKLIK


Sıcak burnumdan akıyor. Oturdugum sandalyede kaynayan bir kazan var sanki.Saat gecenin 12 si olmuş, ben bir şortla odada pineklerken, sıcağın dayanılmaz acısına tüm gücümle katlanmaya çalışıyorum.Sokakta bir sessizlik hakim, herkes inine çekilmiş. Dışarda dalgalanmak için can çırpan, ya kuruyalım ya da  sulanalım diyen bir yaprak sürüsü var. işkence gördüklerini fısıldıyorlar kulağıma. Tesbih ağacının bu zavallı yaprakları sıcaktan ve egsoz dumanından harap olmuş,  şükretmelisin haline diyorlar.

Sonra kendi vücuduma odaklanıyorum tekrar.Nem vücudumdan, damarlarımdan, derimden, kanatlarımdan, tüylerimden, yeni biten otlarımdan, asfalta pişen plastik ayakkabı tabanlarıma kadar envai bölgemden buharlaşıyor. Ter damlaları alnımın ilk çıkıntısından süzülüp birinci kalın çizgisine doğru hızla akıyor; bu çizgide biriktikçe ikinci çıkıntıyı tırmanıp kaşlarıma doğru hızlı damlalar halinde akıyor. Çok terlediğinizde bazen kaşınızın bile bu teri zaptedemeyip gözünüze aktığını sızlanarak farkedersiniz. Benim ter damlalarım da birazdan böyle olacak gibi. Elimin tersiyle veya bir mendille silmem gerekir ama dediğim gibi sadece şortum var. kolumdaki az miktardaki kıl da nemden terlemiş; nokta nokta su buharcıkları oluşmuş.Sonra sıcağını defalarca yıkadığım halde dindiremediğim ayaklarım.Kavrulmuş ayaklarım. Zavallı ayaklarım. Tüm gün bir deri ayakkabının içinde can çekiştikleri için acılarının dinmesi biraz zaman alıcı. Belki aralıksız bir iki saat soğuk suyun içinde tutmalıyım ki  çığırtıları biraz dinsin.bu şehirde sıcak yok belki de. Evet sıcak yok. Bu şehirlinin savaştığı asıl konu havadaki nem miktarı. nem o derece yüksek ki, soğuk bir bardak suyun masa da 10 saniyede buharlaşmış su bıraktığına şahit oluyorsunuz. Şekerli bir uyku, naneli bir ferahlık, efil efil bir serinlik hayal edemiyorsunuz çünkü düşünme yetiniz bile buharlaşmaya başlıyor. Eğer aşırı bir hareketsizlik halinde iseniz klimalı odalarda veya vantilatörün başında uyuşuk bir in hayvanı gibi akşamı edebilirsiniz. Hareketli bir metabolizmanız varsa benim gibi günün her saatinde amansız bir terleme buhranına yakalanabilirsiniz.Kendi çapınızda ufak çözümler de üretebilirsiniz, ayakları leğende tutmak, başınızı devamlı ıslatmak, iki saatte bir duş almak, klimanın altında en düşük seviyede uzanmak gibi, ama ne yaparsanız yapın sıcak sizi bir yerinizden vuracaktır. o sinsi bir sis tabakası gibi aniden yaşam alanınızın üstüne çökebilir, odadan veya leğenden ilk çıkışınızda başınızda bekleyen kalleş çakallar gibi uluyabilir veya sokak kapısını açar açmaz daha güne başlarken sert bir yumrukla sizi sersemletebilir. Ve bu tür anlarda yani örneğin sıcak bir serinlik yüzünüze vurduğunda, hüzünlü bir tebessüm yaratır yüzünüzde.Kaderden, yani sıcaktan ve nemden kaçınamayışınızın acı tebessümü.

Dudaklarınızda bu postmodern doğal afetin yapışkan yara izi,
ensenizden türeyen küçük ter böcekleri boynunuzdan kürek kemiklerinize ve göğsünüze doğru pıtır pıtır yürürken
varoluşun ve yaşamın anlamını sorgulamak ne saçmadır.
tek derdiniz biraz uyuyabilmek ve dinlenebilmektir. Ellerinizle bir kaç böcek öldürmek ve kafanızdan durmadan akan bir yarayı kapatmak gibi bir savaş halindeyken yeşilliğin içindekileri, bu şehre tatil yapmaya gelenleri, fasoyu fisoyu dert etmeden doğayla bütünleşmek gerekir galiba.
ve gözleriniz yavaş yavaş kapanırken bir türkü dilinizdedir.


doğa olup akmaya, ,
su olup içimde erimeye çalışıyorum
Suyun üstünde yüzen iki buz tanesini düşünerek uyuyuyorum.

Cuma, Temmuz 20, 2012

Come Undone - Duran Duran ve 3 film birden

When you come undone...Bu güzelim şarkı uzun saçlarında bir çeşit hasret türküsüdür, ince belinde ingiliz kadınıdır, nağmedir,güzel gözlerinde zırıl zırıl ağlamaktır.. ezgidir, kibirli ingilizin mütevaziliğidir. ince ince kulağınızı uyuşturan kadın sözleri sizi kabarık görünümlü, sütyen askısı düşmüş 80 lerin seksiliğiyle sizi anlatırlar:

can't ever keep from falling apart
at the seams
can't i believe you're taking my heart
to pieces

Devreye duran duran  girer.,who do you need, who do you love/when you come undone.Teadium Vitae dir. Bir çeşit Weeping Song dur bu. zevklidir. gözlerinizi kapatasınız gelir.Bu şarkıyı bir 50 kere dinliyorum; Fearless(2006) ve The Mist i(2007), Four Room(1995) filminin üzerine ardarda izledikten sonra. Filmlerden ilki klasik bir Tarantino şaşırtıcılığında, ne olduğunu anlayamadığınız bir çekicilikle kendine bağlarken filmin sonuna kadar klasik bir film izlemediğiniz için keyifleniyorsunuz. Vasat bir Stephen King romanın uyarlaması niteliğindedir beklentisiyle başladığınız The Mist kendini 2 saat boyunca ekrana kitliyor, Açlık ve korkuyla, ölüm savaşını, hayatta kalmayı ve dini duyguları çok iyi işlemiş The Mist.Ve Fearless ile Jet Li den alışıldık dövüş sahneleri ama iyi işlenmiş bir senaryo ile karşılaşıyorsunuz. Gecenin uyumamak için direndiğiniz saatlerinde, güzel bir eski şarkı çıkıyor veen az 50 kere dinliyorsunuz. 2 saat boyunca. İşte o şarkı


Come Undone - Duran Duran

Mine, immaculate dream made breath and skin
I've been waiting for you
Signed, with a home tattoo,
Happy birthday to you was created for you


Can't ever keep from falling apart
At the seams
Can't I believe you're taking my heart
To pieces


Oh, it'll take a little time,
Might take a little crime
To come undone now


We'll try to stay blind
To the hope and fear outside
Hey child, stay wilder than the wind
And blow me in to cry


Who do you need, who do you love
When you come undone

Who do you need, who do you love
When you come undone

Words, playing me deja vu
Like a radio tune I swear I've heard before
Chill, is it something real
Or the magic I'm feeding off your fingers

Can't ever keep from falling apart
At the seams
Can I believe you're taking my heart
To pieces

Lost, in a snow filled sky, we'll make it alright
To come undone now

We'll try to stay blind
To the hope and fear outside
Hey child, stay wilder than the wind
And blow me in to cry


Who do you need, who do you love
When you come undone

Who do you need, who do you love
When you come undone

Who do you need, who do you love
When you come undone...

Perşembe, Temmuz 19, 2012

İyi Geceler Öpücüğü

I
Ak bir pudra kadar uçucu,
Şen bir kahkaha kadar geçici olduğunu
Sabahsız bir gecenin ucunda yenen
Kıtır bir ekmek dilimi kadar küçük olduğunu,
Söylemiyorum.
Gülücüklerin, gülücükleriniz, gülücükler,
Yamulmuş bir katran suratla çekilmezliğini hatırlatmak isterim yaşamın
Katastrofik fışırtılarında, eğlenceli sahilinin, yükselen karanlık dev dalgalarına yüksünüyorum
Örtüp tüm alemi, gülücüklerin eşliğinde, sana çocuksuluğun içinde iyi geceler öpücüğü verirken dahi.
Seni senden korumanın anlamsız olduğunu düşünüyorum.

Salı, Temmuz 17, 2012

PEMBE Hakkında


 Pembe bir çiçektin sen aslında. Pembenin açık bir tonu. Kenarından biraz önce böceklerin geçtiği sineklerin uçuştuğu bir vadideydin. Yalnız başınaydın ve o vadinin doğacak tek güzel çiçeğiydin. Zayıftın kısa ömürlüydün. Pembeydin sen, şeffaf ve tüylü bir pembe. Kanatları açık yeşil, boynu bükük ve sadeydin. Sonra rengin değişti senin.Yavaş yavaş büyüyordun. Tırnaklarındaki maviye dönüştün.Daha koyu ve daha güçlüleştin. Dudaklarındaki pembe gibi kızarmaya başlamıştın. Çünkü hayatta kalmak istemiştin. Rengin buna müsade etmesede, pembenin bir tonu olduğunu bilsende, yaşamak için pembeden vazgeçmen gerekiyordu. Hayal kırıklıklarına, aşklara, ve güce tapmanın bir sonu yoktu. Zeka bir noktaya kadardı. Önemli olan prestij değildi. Doğal olmaktı. Pembe kalmaktı. Ve bir gün gecenin bir yarısı balkondan karşıdaki ıssız ormanlara bakarsan, döndüğünde korkmamaktı geceden.Yalnız bir pembe olmak kadar, pembe kalmakta önemliydi.Pembe pembeyi bulur, çünkü pembe iyiniyettir, iyiliği temsil eder, sevgiyi önceler, ve kötü niyeti içinde barındırmaz.

Pazar, Temmuz 15, 2012

Neden Yazıyorum


Saatlerce yazabileceğime eminim, sadece beni yazmaya iten ciddi bir güdüm yok. Bana herhangi bir konu verin, üzerine yığınlarca saçma sapan şey ileri sürebilirim. Tek sorunum neden aynı düşünceleri konuşurken de dile getiremediğim. İçimde yaşanması gereken binlerce insanın birikmiş tecrübesi ve bilgisi var. Farklı taraflarımdan farklı karakterler fışkırıyor ve bu bana zevk veriyor.Ama iş konuşmaya veya yaşamaya gelince vasatlaşıyorum, fıslıyorum. Dilim değil, kelimelerim değil, düşündüklerim değil, pısırıklığım ön plana çıkıyor konuşurken.Konuşurken ve yazarken farklı hayatlar yaşıyor oluşum ön plana çıkıyor. Düşünceler birbirine giriyor, toplayıp düzeltip organze (gülüstan-yalan dünya) edinceye değin konuşma süresi doluyor. İçimdeki hırsızlara, orospulara, din adamlarına, devlet adamlarına, punk ergenlere, tiyatroculara, ihtiyarlamış korkak embesillere, yalancılara, idealist takılanlara, edebiyatçıya, standupçıya, ameleye, mankafaya, sinsiye vs. falana filana pek fırsat kalmıyor; kendim oluyor muyum acabayı düşünmeye başlıyorum.
Yine de minareyi çalmak için kılıfım hazır: temel amacımın anlaşılmak olduğunu, insanların arasında sanıldığı kadar büyük bir fark olmadığını, çoğumuzun hep aynı şekilde düşündüğünü ispatlamaya çalıştığımı söylesem de; galiba temel amacım ben varım, burdayım diyebilmek. bunu her yazı yazan bilir aslında. Küçük bir çocuğun tuttuğu günlük bile içinde gizli bir amaç taşır: Bunları birileri bir gün okuyacaklar. Günlük okunacak, beğenilecek ve takdir edilecektir. Takdir edilmekten hoşlanmadığını söyleyen binlerce yavşamış suratlı ihtiyarın bilmediği konu şu: bunu söylemekten çekiniyoruz. Yavşamış iki yüzlülere sesleniyorum, insan oğlunun kafası hep aynı mekanizmalarla çalışır, kendini rahat bırak. Köy gotune rahvan gitsin.
Bir de yazınca hissedilen o hırtlak, perçemli, süspe,papaya, dimdik, kekremsi mutluluk. Gıcır gıcır bir bardak parlaklığı mutluluğu, üzerinden koca bir çimento çuvalını indirmek gibi.

Cumartesi, Temmuz 14, 2012

Stella Bar


Güzel bir mekana gittik geçen akşam. Lara da Stella Bar. Dedeman otelin hemen arkasında. Eski lara yolunun hemen başında, Stella bar tabelasını görünce arabayı denize doğru bayır aşağı salarmış gibi sola çeviriyorsunuz, ve aşağıda lüks arabaların içinden fırlayan bir genç revere ediyor. Gülücükler eşliğinde kapımı açan gence bakarken birazdan ineceğim 2004 model Paliomun bu kadarını hak edip etmediğini sorguluyorum.Anahtarı teslim ediyoruz ve bir mekana ilk defa girmenin merakı üzerimizde, kısa ve yoğun nereye-geldik bakışlarıyla çevremizi süzerken, yine sevimli bir tavşan garson nereye oturmak istediğimizi soruyor.. Ve aman tanrım öyle güzel bir canlı müzik tınısı. Sorruyu kaçırdığım için tavşanın kulaklarına bakıyorum. Tekrar ediyor. Nereye oturmak istersiniz efendim. Müziğe doğru işareti yapıyorum. Üst ve alt kat olarak ikiye ayırdıkları bu restoranın bahçe kısmında canlı müzik var. Karşımda karanlık bir deniz. Işıklar, hafif bir içki kokusu burnumu yalarken, mutlu oluyorum. Müzik literatürüm, ismini ezberlemediğim onbinlerce şarkıdan ibaret olduğunda mı nedir, yoksa gelip sizin de o parçaları dinlemeniz gerektiği için midir bilmiyorum, yetersiz kalır, emin olun.Zengin karışımıdır bu hayatın. Az bir sarhoşluk iyidir, kaliteli bir müzik iyidir, nezih bir mekan iyidir, canlı deniz, hafif bir tuzlu su, deniz meltemi ve kokusu iyidir.
Mor, kırmızı ve maviyi örten bir deniz karanlığının kenarında bakıpta göremediğiniz deniz, koyu karanlık ihtişamıyla falezlerin ayağında size selam çakarken, müzik daha keyiflidir. Kimse dile getirmese de, mumlarla süslenmiş ahşap masalarda ayağınız (bahçe katında) yeşile temas ederken, paranın kudretine ve zevkin bitmezliğine küfrettik belki de, hep beraber.

Pazartesi, Temmuz 09, 2012

BAYGON: BİR İNSEKTİSİT VAKASI



Zavallı, küçük bir hamamböceğini iştahla karışık bir zevkle öldürdükten 5-10 saniye sonra -Kafka nin bir kitabı vardı bir odada böceğe dönüşen ailenin genç oğluyla ilgili,o -  geldi ilk aklıma. .
Markanın adı Baygon..aklımda kalan kelimeler, insektisit, valf deliği, kalorifer petekleri,haşerelerin sinir sistemlerini etkileyerek saklandıkları kuytu deliklerinden çıkmalarını sağlaması filan. Sonra dikkatlice bir daha okudum:
permethrin, tetramethrin (yanında sıçanlar yazıyor). Etken maddeleriymiş.
Böcekler için dayanılmaz bir acı, bacaklarını açıp kapatışı, direnişi, antenlerini ve sırt üstü düşmüş vücudunu tekrar çevirmeye çalışması filan. O kadar hızlı ki, ib.e böcek, yakalamak, sıktığını üzerine denk getirmek bir hayli zor.Çırpınırken tekrar düşündüm, o böceğin yerinde kendimin olduğunu. İnsanoğluna karşı geliştirilmiş çok iyi bir biyolojik silah olduğunu ve yaşadığımız şehirde uçaklarla üzerimize baygon sıkıldığını. İnsanların nefes almak için balkonlara çıkıp, sapır sapır çırpınarak ve haykırarak öldüklerini.Dayanılması güç bir durum.
Tetramethrin % 0.22 oranındaymış, diğeri ise yüzde 0.20.demekki %5'lik bir tetramethrin olsa ve adama sıksan böcek gibi solumaya, sırtına sıkılan ve derisine temas eden yanıcı ve zehirli gazın etkisiyle önce başı dönmeye, nefes almakta zorluk çekmeye başlayacak ve bu böcek gibi kasıla kasıla can verecek.
Söylenene - yazana- göre gerçi kullanıcı tanımı için şöyle yazmışlar.
Kullanıcı Grubu: Genel Halk.
Enteresan.
Peki nasıl kullancak mışız? Pencere ve kapı pervazlarına, kalorifer peteklerine, dolap diplerine ve böceklerin kuytu köşelerine 28 m^3 e 5-6 saniye sıkıp yarım saat odadan dışarı çıkacakmışız. Böcekler için katliamın başladığı an.Bağıracaklardır:
-Kaçııınn...Baygon saldılar.
Muhtemelen ihtiyarlar umarsız adımlarla kıpraşıp duran yavru hamamböceklerine bakarken, yeni endüstriyel ilaçların etkisinin eskisinden daha güçlü olduğunun farkında değillerdir.
Panik havası ile dışarı kaçanlar, pervazlardan açık havaya çıkmaya çalışanlar, ardından dolap diplerinden duvar deliklerine fırlayanlar filan  tedricen mevta olacaklar. Son sözleri, hıçkırıklarına karışacaktır.
Gerçi ben nokta hedef çalışıyorum. Bir assasination veya ne bileyim bir genocide havasında değilim. Özel bir hamamböceği grubuna karşı kindarlığım hiç olmadı. Amacım halkların kardeşliği.Genel halk grubuna dahilim. Ama tanıma göre aslında soykırım yapan, taarruz eden, bir savaş donanması da ortada yok. Elinde baygonlarla koca koca ayakları olan dev insanlar.Adımız genel halk.
Nokta çalıştım gene. Bir böcek, zararlı, kuytusundan, dolap dibinden çıkmış ve belki de kahraman olma sevdasındaki bir hamamböceğini hakladım.
Bu arada netten tekrar baktım şimdi, Kafka nın adını hatırlayamadığın romanının adı Dönüşüm'müş.

Pazartesi, Temmuz 02, 2012

Suçluluk hisseden bandanalı İbrahim Amca

Bandanalı adam:
-Yüregine bir mermi daha sıktım suçluluk duyarak.İmiğine iki tekme attım.suratıma pis bir yaratıkmışa bakar gibi baktığında..Elimde ucuz bir gitar.Cebimde inciden siyah taşlar.Kaygan ve sıcak iki mermiyi ovar gibi ovaladım avucumda, parmaklarımda.Suçluydum.Ağlamıştım.Ve bakirdim.Terkettim.git artık dedim. Deniz köpüre köpüre kulağıma fısıldadı, hafiften üşüyordum ama çaktırmıyordum..İçimize herhangi bir zamanda üfül üfül bir rüzgar eser.Kabarırsın, hafiflersin, için içini yer, bir şey olacakmış hissi ile kapıya bakarsın.Birisi gelecek, diğeri balkondan atlayacak,Ya da güvercinin biri seni özel olduğunu fısıldayan bir mesaj bırakacak.
Perdeler sıcaktan bir delik açarken odana, bedenin hırıldayan bir hurda gibi halıya yapışmış yerde yatarken, ve sen tavandan bir mucize beklerken, suçluluk hissediyorsundur.Yalnız olduğunu bilemeyeceğin bir toylukla hayatta iyi olanlara abanmaya, eğlenceli olanlara yapışmaya, ve kısa süreli olanlara sarılmaya devam ettiğin bir dönemde hiç bir duygun, bu durumun sıcaktan kızışmış bir balkon betonuna basamadığın çıplak ayağında hissetiğin acının gerçekçiliğiyle boy ölçüşemez, karşısında dayanamaz.Kızgın kuma dayanamaz mesela ve fırının dibinde çalışan adamın alın terine yakışamaz.Sen bu duygularını ve özellikle suçluluk hissetiğini söylediğin andaki aldatıcı duygunu bir daha gözden geçirmelisin. 
Çizgili beyaz gömlekli sarışın tıknaz çaycı:
-Abem sen ne içiyorsun onu söyle.-
-Ben Albert Camus nun Cezayir'in sıcak bir gününde gemiye yük taşıyan hamalın kolunu kırdığı sahneyi anlattığı mutlu ölüm kitabının kapağında bir kelime olmayı ve orada çürüyüp gitmeyi yeğlerim.
-Cafer, git abiye bir kolonya getir.
-Beni dinle çaycı..Önce şekerli bir kahve ver, ve sonra da deli muamelesi yapma.Please.
-Peki abi. Affet.Bilemedim.

Çarşamba, Haziran 27, 2012

Bandanalı Yaşlı ve Doberman..


Bandanalı Yaşlı ve Doberman..
(Takdim tehirlidir.Düzeltme kaydı yapacak hevesli bir umut aşılayıcı lazım)
Tokatlarmış gibi, azarlarmış gibi eziyordu asfaltı.Ekşimiş maya kokan ayaklarında 10 gündür değişmeyen çoraplar.Saatlerdir araba sürmekten bitkin düşmüştü. Öksüre öksüre parkeden 94 model Doğan’ın içinden büyük bir afrayla indi. Önce sol bacağını çıkardı.Sonra sanki diğer bacağı gibi olan gözlüklü bir kafa.Gözlüklerin insana ayrı bir karizma katıp katmadığı sorusunu cevapsız bırakan sert bir numara ile indi tenekeden.
Selamünaleyküm mustafa abilerin evinin yanındaki büfede her zaman soda içerdi..
Orta yaşlıdan biraz daha yaşlıydı,evet ama asla yaşlı sayılmazdı. Sarı, boyalı ve kıvırcık saçları yağlanmış bir bandana ile örtülmüştü, jilet gibi dümdüz ve keskin bir sırtı vardı.
Yol boyunca önümde seyretti. Orman Bölge Müdürlüğü’nden emekliliğine iki yıl kala yenice istifa etmiş bir kaçık için daha kaçık bir şey yapmıştı. Gelmiş sıcağı-kaynar-kazanın-içinde-yaşamak-olan bu memlekette marul ekmeye başlamıştı.
Yıllarca sadece soda içmeye geldiği bu sarı ışıklı viski vitrinlerinin önünde, bir tabureyi çekmiş, seracılıktan bahsediyordu kadınsılaşmış erkek sesiyle.
İbrahim, gülmeyi seven adam, öldürmeyi seven adam, içmeyi seven adam,karıyı kızı seven adam. Kolundaki dövmeyi kaşıdı.
-Ya Tahsin, sen de iyi iş tuttun burda.
-Evet abi, Allah a şükür.
-tahsin bizim Selami var ya. Kıbrıs tan asker arkadaşın, geçen gördüm. Kızını evlendiriyormuş. Değişmiş olm adam eski hoppalığından zerre eser kalmamış.Görsen tanıyamazsın.
-Nolmuş lan. Herkes değişti artık. Sen kendine bak.Sen böylemiydin.Dindar bi adamdın olm sen biraralar. Bizi namaz kılmaya çağırırdın.Sonra bir kızı sevdin. Bir gece beni aradın.Hatırla.Gecenin 1'inde.bira içmeye.
İbrahim o geceyi düşündü. Salya sümük kızı düşünüyordu.. bir ay boyunca odasına kapanmış, düş sokağı sakinlerini dinlemiş, bir gece telefon kulübesinden kızı aramaya gittiğinde,yine cevap alamayınca, ansızın bira içmeye karar vermişti.
-Kardeşim ne yıllardı be. Gözlerini kıstı. Arkadaşına genelde eski bir ortak anının ruhuna kattığı heyecanla mutlulukla bakmıştı.Tahsinin kırlaşmış saçlarına, kararmış yüzüne, alnındaki çizgilerden kurduğu dünya haritasına göz gezdirdi.
-İbrahim dedim kendi kendime. Adam olacak galiba.
-Lan olm, hala içimde vardır o kız. Bir daha görmek isterim.
-bırak İbrahim kızı mızı.Kadıncağız belki ölüm döşeğindedir.
-Yaa..hatırlatma bana yaşlandığımızı.Kabul edemiyorum.
-Ne bok yersen ye. Hep aynısın.Tahsin alaycılık serpilmiş birkaç damla anlayışla baktı İbrahim'in yüzüne.
Tahsin İbrahim'i dost canlısı bakışlarla süzüyor ve düşünüyordu: alt çenesini sallayarak -kehkehkeh- gülüşü; yıllarca eğitime harcadığı paralar; Odtü macerası. Odtüye amele kadrosundan girmişti ama girmişti nihayetinde şerefsiz. O arma herkeste var mı anasını s.kyim.. Sonra dikkatini topladı. Klimanın ayarını biraz kıstı.Saatine baktı. Göbeğiyle kasa arasındaki boşluktan telefonuyla uğraştı .
İçeriyi dinliyordum. İbrahim sarkmış yağlarına, enerjisiz kalmış kaslarına rağmen halen belli bir direnç ifade ediyordu benim için.Öyle hissettim.Tiksindim bi an buruşmuş etlerinden. Şu harley davidson cu züppelerinden oldum olası nefret ederim. Puştları karının olmadığı bir memlekete götüreceksin. Boktan kokarlar.
Artık eyleme geçmem gerekirdi. Dolapların arkasındaki izbe yerimden hızla zıpladım. İbrahim ellerine sarıldım. Ne olduğunu anlamadan kafayı ibrahime tekmeyi tahsinin yağla dolu leğeni andıran göbeğine salladım. Dükkanı hızla kapattım. Amacım arka kapıdan İbrahim zibidisini cıkarmak sonra da İbrahim amcamı hedefe ulaştırmaktı. İbrahim amca delidana gücü var. Yediği sert kafa yeterli gelmedi, uslanmamıştı. Boğazından tutup, cebimdeki bayıltıcı şırıngayı boğazından dercettim. Bu şırınganın ayarını iyi yapmazsan katil hemşire veya tıbbi cani olabilirsin. O da gelmişti başıma, staj yaptığım hastanede.Allah tan bir deste doktorla aynı yerdeydik.
Ön kapı içeriyi göstermeyen bir gölgelikle kapalı olduğu için kapatılınca, içeriye ışık bile zor giriyordu. İbrahim denen bu ibneyi adamına götürecektim.Başka bir görevim yoktu.O esnada kapı çaldı.
-İbrahim amca.İbrahim amca.
Hay s.kyim İbrahim amcanı dedim içimden.Kapıya yaklaşıp aralıktan baktım.Kadının yüzünü göremiyordum.Birbirimizin dibinde birbirimizi göremeyen iki kişiydik.Goguslere takıldı aklım. Yuvarlak kendinden emin iki meme gözlerini kadından önce bana dikmişti. Yuvarlak hatların içinde ne şeytanca fikirler vardı kimbilir. Ulan dedim içimden. Sizi var ya ben. Bu sefer kadının siüterinin yuvarlak memeler üzerinde bıraktıgı düz çizgilere takıldım. İki meme arasındaki mesafeyi ölçmek için bir terzi hassasiyetiyle her kadında yer alan bu yere paralel çizgiler hayatımın düzensizliğini yüzüme vurdu sanki.
Hava bir anda ısındı. Bu Odtü nişanlı kıvırcık kırlaşmış denyoyu götürmek için soğuk kanlı olmam gerektiğini biliyorum. Ama gereken soğukkanlılığı giderek ısınmaya başlayan hava soğuruyor mu nedir. Ensemden başlayan bir ısı kafamda tütmeye başladı. Hızlı davranmam gerek.
-Heyy...baba..
Dülülülü..Aha telefonu çalıyor. Koştum.Telefonu meşgule attım. Kadın pervazın aralığından içeriye bakmaya çalışıyor.
Sıcak sıcak. Kadın, memeler, görev, yaşlı ibne.Arka kapıya geçtim. İbrahim amca 70 kilo basar. Sürüye sürüye arabanın açık olan bagajına kadar götürdüm.Herhangi bir sorun gözükmüyor. Bagajı kapat, kontağı çevir. BOMMMM…Bir ses duyuldu uzaktan.
***
İğrenç bir hikaye oldu. İbrahim amcamın size anlatmam gereken pek çok özelliği vardı. Gideceği adamın karakter özellikleri hakkında bilgi vermem lazımdı. Ne için gönderildiği, olayı anlatan adamın nasıl birisi olduğu, niçin bu işe giriştiği, bandanalıyı götürünce nasıl bir mükafatın onu beklediğini belirtmem gerekirdi.
***
Sevgi, yavaşca eğildi. İbrahim’in kurumuş dudaklarına. Sade bir öpücük atıp bir yudum daha bira aldı.
-Sevgilim, sen harika bir adamsın. Tek eksiğin ne biliyor musun?
Bir şey söylemesine gerek yoktu.
-Tek eksiğin sevgilim, fazla çılgın olman ve çulsuz olman. Biraz daha mutedil olamaz mısın..sakin, öngörülebilir, tahmin edilebilir bir yaşlı kaçık olmayı denesen, mesela şu kulağındaki küpeleri, ketoş kafandaki bandanayı çıkarsan.
-Sus len orospu.
-Ufff…ya..Sıkıldım.Ben gidiyorum.Kızım ben de bu hafta.
-Siktir git.
***
Duvarın arkasında, nerden baksan 150 kilo ağırlığında bir doberman var. Dikkatlice dinlemek lazım. Aksi takdir de , tanesi 10 kilo çeken topaklaşmış eller, merkez kaç kuvvetinin etkisiyle dahi yumuşak midene Rennie yle geçmeyecek sancılar yaratabilir.Narin yüzümü düşünmek dahi istemiyorum.
-O İbrahim şerefsizini bana getirirsen, sana iyi para verebilirim.
-Ne verecen abi.
-Lan ibne sen onu kimseye çaktırmadan getir ben gerekeni yapacağım.
O esnada içeride bir bayan sesi duydum. Kadının sesini anlamakta zorluk çekiyordu, kadın konuşmuyor cırlıyordu.
-Tahsin abi, sağlam bir para verirsen sana adamı bayıltıp getiririm.
-Olum, o adam işin arkasında benim olduğumu bilmemeli.
-Ya?
-Adamı baygın getir. Bizim Muhsin onu öttürecek.
-Peki abi.
-yarın öğle vakitlerinde benim büfeye gelecek. Büfeden çıkarken apartmanın arka tarafında sıkıştırırsın.Bana numaradan bir iki tokat atacaksın.Benden asla şüphelenmemeli. O adamı getirene iyi para var.Elini çabuk tut. Muhsin de bi adam ayarlayacaktı.Sen yapamazsan Muhsin kesecek bileti.Akşama diri diri lazım.
O esnada kendimi ucuz bir Cüneyt Arkın filminde zannettim.;Sonra bu senaryoda benim ne işim var dedim kendi kendime.İncecik duvardan her şeyi duymuştum.Cebimdeki parayı -yani iki yengen bir kola parasını-düşündüm. Aklıma çılgın bir fikir geldi.
**
BOMM…Ramazan topu atılmıştı.Korktum bir an.Ne yapacağımı yine şaşırdım. Şu arka taraftaki havuzda yüzen paytak ördeklerden bir farkım kalmamıştı..İbrahim amcayı arabaya atar atmaz, Muhsin in adamı geldi. Doberman içeriden ayılmış vaziyette çıktı. İri elleriyle arabayı yerinden fırlatacak zannettim. Fırladım arabadan, şu göğe doğru fırlatılan ışıklı fırıldaklar gibiydim. Muhsin’in adamı, panter gibi sırtıma pençelerini attı. Boku yemiştim.
Sonra da apartmanın arka sokağından dolaşıp gelen biraz önceki iki meme ve üstündeki siüter geldi.Hala aynı ahenkle sallanıyorlardı ama bu sefer yüzüne bakınca düşündüklerimden utandım. Kadını gören doberman kuyruğunu sallayan bir Dauna cinsi gibi asilleşti ve sevimlileşti. Panter biraz önce attığı pençenin bıraktığı izi kapatmak istermiş gibi sırtımı sıvazlamaya başladı.
-Baba,ne oluyor burada.
-Kızım, senin ne işin var burada.
-Baba..sana inanmıyorum.yine mi İbrahim amca. Babacım, o iş bitti artık. Annem kimseyle konuşmuyor bırak bu adamın peşini..Üstelik senin eski karın olduğundan bile habersiz.
O esnada bir solucan olmayı, toprağın alt katmanlarına doğru sessizce sıvışmayı, ya da bagaj kapağı olup hiç açılmamayı o kadar çok isterdim ki. İbrahim amcanın ayağındaki on günlük çorap olmaya bile razıydım.Ketçapı bol bir tabak patates benden daha az kırmızıydı.
Sevgilim, beni gördüğünde elindeki çantayı uzun bacaklarının bittiği yere, ayak uçlarına , o narin ayaklarının olduğu yere düşürdü. Ağzı açık, gözleri şaşkınlık ve hiddet doluydu.
-Seyfettin senin ne işin var burada.  

Salı, Haziran 26, 2012

Malcı adam

Semih denen işe yaramazın yanında yürümesinden ve kafasını şişirmesinden bıkmıştı artık.Senle mi uğraşıcam dedi içinden.Sonra hızlanarak Semih'den uzaklaştı. Sarışın bir hatun gördü, kalçalarına baktı. Kalçalar onun yaşam enerjisiydi. Yaşlı bir adam geçti yanından.Camiye gidiyordu. Bir araba dikkatini çekti..Honda Cıvıc, içi tıklım tıklım dolu. Bu sıcakta denize mi gidilir.Biraz daha erken vakitte gitmelisiniz. Kafasını çevirdi. Deminden beri onu takip eden adama baktı. Adam köşede bekliyordu. Malı ona vermesi gerektiğini biliyordu ama bu sefer malı geç teslim edecekti.
Bi sigara daha çıkardı cebinden. Kafasında yeterince tilki vardı zaten bi de olur olmadık adamların işini gücünü yapacak değildi. Sigarayı yakmak hoşuna gitti. Dertlerle dolu karanlık bir dünyaya ufacık bir aydınlık çakmak. Sonra içmesini de sevdi. Havalı, kaygısız ve çok bilmiş havası veriyordu sigara. Azıcık dudaklarını öne çıkarmak sonra da gözlerini kısarak sigarayı tutuşturmak. İlk tütünlerin yanışını, kağıdın ucundaki tütünün kağıtla birlikte cızlayışını seyretmek hoşuna gidiyordu.
 Mal ticaretinden kazandığı para artık giderek azalıyordu ve son yediği kazık yüzünden bu muhitte adının kötüye çıkmasından korkuyordu.Köşeden saptı ikinci apartmanın beşinci katına çıktı. Sonra da yangın merdiveninden iki kat aşağıya inip yarım saat öylece bekledi.
Sonra merdivenin tırtıllı karelerine baktı.Bir an için merdivenden düşerse ne olacağını düşündü. Hafif bir rüzgar demeti sanki suratını tokatladı. Kafasını çevirdi. Kimse yok. Bir fısıltı duydu.Bir daha kafasını çevirdi.Kimse yoktu.
Aşağıya indi. Alim nereye gidiyorsun dedi yine aynı adam. Kardeşim seninle konuşmamız lazım lütfen.Yaabi s.ktir git başımdan, sana ayıracak boş vaktim yok.Hem de çok kötü bi zamanlaman var dedi Alim sağını solunu kolaçan ederken.
Alim adama baktı.
-Söyle
-Karın ortalıkta yok; çocuklar annengilde;telefonların kapalı;seni bulamadılar benden rica ettiler, seni bulmam için
Alim sinirlendi. Çocukları düşündü.Biyolojik bir yoksunluk, ruhi bir daralmışlık, psikolojik bir çöküntü halinde çocuklarını gözünün önüne getirdi. Saflık ve temizlik.
Koşarak malcı adamı buldu. Elindeki malın hepsini verdi. Paranın yarısını aldı. Arabaya binip çocuklarının yanına gitti.

Çarşamba, Haziran 13, 2012

ÜÇ ARKADAŞ



Üç kapılı bir binanın önünde duran Süleyman, hemen karşısında cılız mı cılız ince uzun bacaklı Kadriye ve arkadaki apartmanın son katından olayları izleyen Kerem. Süleyman daha ikinci sınıfta üniversitede. Dünya adlı gezegende kimi öğrencilerin daha içine oturmakta zorlandıkları  standart yaşam kapsülüne çoktan oturmuş, kumanda kolu elinde bir sürücü rahatlığıyla insanları ve olayları yönetebilecek kabiliyette.Zeki ve parlak, ama şişman.Apartman sakini gözcümüzün adı Kerem.Bir matematik dersinde hocası oglum sen mankafalısın dediği için mankafalı olduguna uzun yıllar boyunca inanmış, özenerek yaşamayı bir yaşam biçimi haline getirmiş, inatçı bir Karamazof. Kadriye attan düşmüş bir eşek. Tamamını erkeklerin oluşturduğu bir meslek lisesinden mezun olduğu için kendinden erkeklerin her noksanını bildiğini söyleyerek bahseder. Kerem, kendini bugün bir kuş kadar- hatta daha hafif hissediyor. Anne babası alt kattaki hatice teyzelerle yenice tatile gittikleri için dün gece istediği saatte gelmiş, istediği kadar gürültü etmiş, yemiş içmiş, hatta salonda porno izleyip mastürbasyon yapmış, Kadriye fena parça değil. Bir kere verse diye hayal kuruyorken, elindeki sapanı neredeyse düşürecek.Bu şişkonun Kadriye nin sağında solunda gezmesinden çok rahatsız oluyor. Süleyman, eski sınıf arkadaşı ama ona ufaktan bir korku salmalıyım. Kadriye mini eteğiyle süleymana bakarken, Süleymanın kolları kadar olan bacaklarından biraz da utanıyor sanki. Gözlerini açabildiği kadar açmış: “Süleyman yalvarırım bana gerçeği söyle. Beni.....(tüh lan ses kesildi)....”
Kerem sapanı iyice gerdi. Taşı bırakmak üzereyken aklına çocukken oynadıkları tüftüf geldi. Bir inşaattan bir elektrik kablo borusu kes, küçük kağıtlardan küçük külahlar yap. Dilinle yapıştır ağzınla fırlat. Tüf...Haa..tam isabet. O zaman neydik be..Yamyam gibiydik lan. Yarı deli, yarı aç, yarı çıplak sokaklarda akşamı ederdik. Hürdük. Hayatımızın en hür yıllarıymış.
...O da ne.Robert De Niro .Senin ne işin var burda. Ben Stiller ve Robert De Niro nun birlikte oynadığı “Meet the Parents.” filmindeki kayınbaba rolünde. Yine aynı karizmatik, inatçı, kıskanç ve huysuz baba rolünde. Dediğim dedik kayınbaba bi gözünü kırparak iki parmağını bana çevirmiş. Senin ne işin var burda. Van Persie nin Almanya ya attığı golü bildin mi..2012 Avrupa futbol şampiyonasında Hummels'in bacak arasından girip 30 metre boyunca hızlanarak gol olan şutunu.Hollanda kaybetti ama çok enteresen bir goldü bu.İşte sana bu şekilde bi bacak arası yapıcam dedi De Niro. La dayı bi git başımdan diyesim geldi yozgatlı ağzıyla..vazgeçtim.Robert git torunlarını sev bana parazit yapma...” Kerem Robert in burda ona eşlik edeceğini hiç tahmin edemezdi. Sapanı iyice gerdi. Kadriye nin ağzında çıkan heceler sıralanmıştı bile. Be- ni – se---vi-------yor---PAT. Taş süleymanın kafasına saatte 30 km hızla gelip frensiz çarptı. Kerem fren yerine gaza basmıştı. Kadriye nin tüm dükkanı dağıldı. Halk telaşa kapıldı. 112 acil ferhat yetişti olaya. Yerde yatan Süleymanın vücudunda diğer tarafına geçebilmek için zıplamak zorundaydı. Süleyman fethiye de denizin dibinde şakalaştığı günleri hatırlıyordu. Bulanık ve tuzlu su. Uzun süre gözünü açamazdı. Ama işin ucunda kızlara artistlik yapmak olduğunda durum değişirdi. Şimdi yine yanında bir kız vardı. Ve birazdan evlerine ayrılacakları üç kapılı apartmanın girişinde ayrılma kararını söylemesine çok az kalmıştı. Şans ayrılmasında bile yüzüne gülmüyordu. Şeytanın işi. Sonra sesler duydu. Karılar, adamlar, hepsi beyaz kıyafetli. Üstünü soyduklarını bile hatırlıyordu. Bunu farkedince terlemeye başladı.ama olaylar hızla akıp geçiyordu ve müdahale edemiyordu. Suyun altından sanki hiç çıkmayacakmış gibi.
Kadriye Bircan teyzesine (Süleymanın annesi) ağlayarak koştu. Acil ambulans acilen geldi.Baba iş yerinden izin aldı. Hastanede doktorun ne diyeceğini bekliyorlardı. Kerem taşı attığından atarken ne düşündüğünden emin değildi, ama attıktan sonra büyük bir korkuya kapıldı. Tüm kapıları kapatıp evden 2 saat boyunca çıkmadı.
İki saat geçtiğinde kafası allak bullaktı. Delirmişti. Olaylar olaylar. Ya ölürse, ama nişan aldın be oğlm.Kadriye bi ara taşın ne taraftan geldiğine baktı. Bizim evi biliyor. Şüphelenmiş olabilir.

Onİki Sene Sonra Bir Gün:
Kerem yarım kilo aldı. Yani et, yarım kilo et. Mangal malzemeleri hazırdı. Diğer iki arkadaşıyla arabada, bir mesire alanına gidiyorlardı. Diğer ikisinin bilmediği biri daha vardı yanlarında Kerem in arkadaşı, Robert De Niro. Ona yine homurdanarak bakıyordu.Üçünün de keyfi yerinde gözüküyordu. Kerem hem araba kullanıyor hem bira içiyor hem de şarkı söylüyordu. Kadriye ona nihayet vermişti. Hem de evli kocasına rağmen. Çünkü kocası yani arabada oturan üçüncü kişi artık sakattı ve adı Süleyman'dı.
ErkanoRen- RR
Bu süleyman o süleyman olmasaydı daha iyi olabilirdi. Ama bu Süleyman o süleyman maalesef.

Salı, Haziran 12, 2012

ANA OLMAK




Sırçalanmış-demir bir kaburga
Göğsünde
           Elleri toprak olmuş
Memeleri taştan
          Bağrında,
          kuru Anadolu yalazı.

Direklerinde ateş yakar mabedinin
            Sığınmaz-yılmaz-usanmaz.
Kök gibi morartmış toprağı
Orağı ok gibi, gözleri cam.
Anam!
                 Dayan!

Tarakla düzelmez bu saçlar
Sancı bir kaval kadar yumuşak
Ağrı bir kiraz kadar tazedir.
Anam!
            Dayan!
                     Doğacak
                           Meltem üfül üfül esecek

Sen ot bitmez, yol geçmez bir kayasın
 Yüzünde oynaşan ateşin.
   Sırtında eriyen demirin
Sen yılmaz usanmaz çeliğisin.
   Çilenin.

Anam anam!
   Doğacak bir serap
       Yeşil ve bulutlu bir ırmak akacak
           Yanaklarından aşağıya

Dayan
      Dönecek
    Bitecek
Sönecek
     Doğacak

Gürüldeyerek bedenin
“Utangaç bir gücenme” ile
Dağları yırtan kadın
“El kadar bir beden” için
Solucan gibi ezileceksin.

Anam!
   Sevineceksin.

Erkan Ören
Ocak 2012